Ünlü filozof Jene Descartes’ın, 1600’lü yıllarda söylediği o meşhur sözünü bilirsiniz:
“Düşünüyorum öyleyse varım.”
İnsanlık için diğer canlılara olan üstünlüğünü gösterebilecek bir özellik. Ne de olsa geçmiş ve gelecek hakkında düşünebilen bir zihne sahibiz. Egonun kendini ‘akıllı’ olarak nitelendirdiği zeminle IQ en önemli özelliklerden biri olarak kabul görmeye başladı.
Bunun üzerine ünlü Nörobilimci Antonio Damasio “Descartes’in Yanılgısı” adlı kitabıyla duyguların düşünceleri nasıl etkilediğine dair bir kitap yazdı. Bu ‘Duygusal Zeka‘ kavramını ortaya çıkardı.
Lakin bugünlerde “Damasio’nun Yanılgısı” diye bir kitap çıkartabiliriz. Duygular da düşünceler de zihnimizin üretimi. Zihnimizin ham maddesi ise insanın bilgisi ve deneyimleri. Hepsi geçmiş kaynaklı… Bu sebeple yaratıcılık ve ilham için artık “Spiritüel Zeka” deyimi gündemde. Gerçi konumuz bu değil…
Düşünerek, duygularını kullanarak sosyal bir yaşam süren insanoğlu, sadece son 100 yıldır çekirdek aileler şeklinde bir evde yaşamaya ve son 10 senedir de İnternet’le beraber sanal dünya üzerinden birbirleri ile irtibata geçebiliyor.
Artık devir Sosyal Medya devri…
Bir tuşa basarak arkadaş sahibi oluyoruz. Facebook’da ortalama arkadaş sayısı 300 civarında. Yaşları 18-24 olan belki de en sosyal olacak gençlerde ise bu rakam 500 kişiyi geçmiş durumda.
The Innovation of Lonelines (Yalnızlığın İcadı) adlı animasyonda maymunların 50’den daha fazla gruplar oluşturduğunda grubun doğal olarak ikiye ayrıldığından bahsediyor. İnsanlar için ise bu rakama maksimum 150 civarında. 150 kişiyi samimi olarak tanıyabiliyor. Bu gruplar için de ise egonun kendini tanımlama şekli dört şekilde meydana geliyor: (i) Kariyer, (ii) Varlık, (iii) Kişisel İmaj, (iv) Tüketim şeklimiz; gittiğimiz yerler, tükettiklerimiz, kullandıklarımız.
Sosyal medyanın en değişik yönü tüm bunları sizin bir noktaya kadar yaratabileceğiniz ve kontrollü diyaloglar. En iyi gözüken fotoğraflarımız, profil mesajlarımız, takip ettiklerimiz, bunların hepsi planlı ve güncellenebilir durumda. Shimi Cohen’e göre sosyal medya bize üç fantezi sunuyor:
- Kendimizi olmak istediğimiz noktaya koyabileceğimiz…
- Her zaman duyulacağımız…
- Hiçbir zaman yalnız olmayacağız…
“Paylaşıyorum, öyleyse varım!”
Deneyimlerimizi, yedik içtiklerimizi, buluşmalarımızı, gittiğimiz yerleri, yeni kıyafetimizi, fotoğrafları paylaşıyoruz, bu sayede ego kendini var ediyor, yaşadığını hissediyor. Deneyim kendinden keyif almaktansa, sanki paylaşılsın diyerek yola çıkılıyor.
Bu zihin için çok elverişli bir durum, bir yandan içimizden gelen bir his ile birbirimize bağlanmak isterken, her yeni tanışma, diyalog beyin için bir değişikliktir, beyin değişiklikleri hiç sevmez; onun asıl görevi bedeni hayatta tutmak ve güvende olduğu sürece kazançları azami düzeyde tutmaktır; yemek, imaj, cinsellik vs…
Teknolojinin arkasına sığınmak da ona müthiş konforlu bir alan yaratır. İletişimin en önemli ögelerinden biri de beden dili, gözler ve ses tonu ile verilen mesajlardır, ki genelde söylenen sözden daha geçerlidir bu mesajlar.
Kendini zihinle özdeşleştirmiş bireylerde bu durum çok vahim seviyeye çıkabilir. Lakin sosyal medyada bomba gibi bir fotoğraf, müthiş sosyal bir imaj… Ama tesadüfen fiziken karşılaştığınızda bambaşka bir insan çıkabiliyor karşınıza.
Bu oluşan “çarpıtılmış kimlik” e-ego diyebileceğimiz bir boyut kazandı.
Teknoloji ve sosyal medyanın bizlere bir çok katkısı olacaktır. Ancak bu e-ego sayesinde “faydalı” olabilecek fonksiyon, içerikler de kaybolup gitmekte… Fiziksel olarak ilişkilerimizin, deneyimlerimizin kalitesi düşüyor: sinemada, yemekte, derste, toplantıda, seyahatte, tuvalette… Her dakika bağlantı halindeyiz…
Giderek bağlantı halinde yalnızlığımızı paylaşıyoruz…
Sherry Turkle’in TED konuşmasındaki gibi sosyal medya sadece ne yaptığımızı değil, kim olduğumuzu da değiştiriyor. Bu bizi yalnız ama gerçek yakınlaşmaktan korkan insanlara çeviriyor.
Mesajlaşmak, e-posta yollamak, chat’leşirken yazdıklarınızı düşünecek vaktiniz var, silip değiştirmek mümkün. Kaybedilen ise sohbet etmek, göz göze bakmak…
Sohbet ederken diyeceklerinizi içinizden o anda geldiği gibi söylersiniz, sözlerle beraber beden dili de devreye girer. Hele bir de samimi bir kişiyse bu ona gerçek öpücük, gerçek sarılmanın yerine hangi sembol geçebilir.
Tam olarak tanımadığınız kişilerden elde edilen suni ilişkiler bize ne katıyor?
İş arkadaşınızla, ailenizle, arkadaş toplantılarında, yemekte sosyal medyaya bağlanmak gerçek sohbetleri yok etmeye değer mi?
Şapkamızı önümüze koyma ve kendimizi bu konu gözlemleme zamanı gelmedi mi?
Bu ilişkisiz ilişkilerin temelinde kendimiz ile olan ilişkimiz mi yatıyor?
Yoksa bu yalnızlık, kendimize daha yabancı olmamızı mı sağlıyor?..